28 Ekim 2009 Çarşamba

dünya savaştıkça güzel!!!


Çok klasik bir benzetme vardır: “Sivrisinekleri tek tek öldüreceğine, önce bataklıkları kurutmak lazım” diye…



Şimdi barış nutukları atılıyor birilerince. BARIŞ kelimesinin zıt anlamı SAVAŞ’tır. Peki biz savaşıyor muyuz?


Hayır biz savaşmıyoruz, sadece savunma yapıyoruz. Saldıranlar onlar, savunurken bedel ödeyen biz.


Ben farklı bir şey demek istiyorum aslında.


Dünyanın varoluşundan bu yana insanoğlu hep bir şeyler adına deyip birbirleriyle savaşa gelmiştir. Dönemler itibariyle taş ve sopalarla yapılan savaşlar, değişen şart ve teknolojiler paralelinde değişik savaş alet ve araçları geliştirilerek yapılmış. Köroğlu!nun tarihe geçen “tüfek icad oldu mertlik bozuldu” sözünden, Köroğlu’nun teknolojiyi yakalayamadığı da çıkarılabilir.


İnsanoğlu, diğer insanları öldürmek için savaş teknolojilerini geliştirdi sürekli. En büyük insan katliamı da atom bombası kullanılarak Hiroşima ve Nagazaki’de yapıldı.


Benim önerim; dünya insanlığı gerçekten barış ve huzur istiyorsa, dünyadaki silah sanayinin kapılarına kilit vurmalıdır. Yüzlerce fabrikada, milyonlarca silah, top, tüfek, mermi, bomba vb. üreteceksin, ürettiklerini çeşitli tezgahlar düzenleyip, dünyaya pazarlayıp, satacaksın, sonra da “barış” masalları söyleyeceksin.


Ülkeler “savunma” adına deyip milyonlarca dolar harcama yapıyorlar. Çocukların sütünden, ana-babaların ekmeğinden, eğitimden, sağlıktan, bilimden, kültürden kesilerek yapılan silah harcamaları dünyaya bir türlü aranılan huzuru ve barışı getirmedi. Aksine ve kan ve gözyaşı olarak geri dönüyor.


İnsanlara “silah taşıma ruhsatı verilmesi” ve insanların bu ruhsatlarla beraber insanlar ve topluluklar içinde bellerinde silah taşımaları, bence çok ucube bir şeydir.


Dünyayı yönetenler silah sanayilerindeki üretimlerini yok etmedikçe dünyada kan ve gözyaşı bitmeyecektir. “Amma çok sivrisinek var, insanın kanını emiyorlar” yakınması, geçici ve sahte bir yakınmadır.


O kadar fabrika, binlerce çalışan insan silah sanayinden ekmek yerken, ülkeler gelir elde ederken; şundan veya bundan yakınmak çok gerçekçi gelmiyor bana.


Silahlar ekmek kapısıdır birileri için ve olay bence budur…


23 Ekim 2009 Cuma

Nur topu gibi 17 inç’lik hayatlarımız oldu



Şimdiki bazı insanlar da “eskiler daha iyiydi” nostaljisi başladı. Yok eskiden çocuklar sokalarda oynarmış, yok insanlar “bir maniniz yoksa akşam size geleceğiz” diyerek misafirliğe giderlermiş.

Geç kardeşim bunları, geç… nostaljiydi, eskiye özlemdi, yok eskiler daha iyiydi gibi tanımlamalar züğürt tesellisinden başka bir şey değil.

Sevgili ile çay bahçesinde buluşmalar, komşuya gidip birlikte TV izlemek, TV programları üzerine yorumlar yapmak, kahveye gidip arkadaşlar ile okey oynamak veya maça gidip ana-avrat küfür etmek… Çok monoton ve demode şeyler…

Beğensek de, beğenmesek de; sevsek de, sevmesek de hepimizin Allah bağışlasın nur topu gibi 17 inç’lik çocukları oldu. 17 inç’lik çocuklarımıza gözümüz gibi bakıyoruz, onlara toz kondurmuyoruz. Az öksürseler, hemen “ay acaba bişi mi oldu” diyerek hemen doktorlara koşturuyoruz. Çünkü bu çocukları nedense çok seviyoruz.

Çünkü onların yüzlerinde tüm dünyayı ve geleceği görüyoruz. Aşkı görüyoruz, sevgiyi görüyoruz, macerayı görüyoruz, heyecanı görüyoruz. Üstelik bu çocuklar çok akıllılar. Neyi merak edip, sorsanız, hiç itiraz etmeden hemen yanıtlıyorlar. Hatta ve hatta (yazılı veya görsel) binlerce seçeneğini de sunuyorlar.

Kısacası, 17 inç’lik çocuklarımız bizleri resmen esir aldı. Buradan kaçış yok, tahliye yok, salıverme yok.

Dönüşü olmayan bir yoldayız artık, yeni yol haritalarımızı belirlemek zorundayız.

17 inç’lik çocuklarımız giderek büyüyecek, büyüdükçe ihtiyaçlar artacak, büyüdükçe doğal olarak yeni sorunlar ortaya çıkacak. Çocuklar büyürken, bize ne olacak?

17 inç’lik ekranlarımızdan dünya ile bütünleşmeye çalışacağız.
Ve belki de çok yakınlarda cenaze törenleri bile olmayacak. Eşimizin, dostumuzun, arkadaşımızın cenazelerini bilgisayarlardan izleyeceğiz. “Falancanın cenaze töreni” diyerek online sunulacak cenaze törenleri.

Nasıl ki şimdilerde mobesa (güvenlik) kameraları sayesinde kazaları, kavgaları, cinayetleri, ölümleri, hırsızlıkları anında ve canlı olarak izleyebiliyorsak, çok yakınlarda (istemesek de) bazı şeyler değişecek hayatlarımızda.

Belki düğün davetiyelerine de gerek olmayacak. Tüm eş-dost ve arkadaşlarımıza topluca e-posta atacağız. Onlar da kutlamalarını e-posta yoluyla yapacaklar. Örneğin düğünlerimizi veya nikah törenimizi internet üzerinden canlı yayınlayacağız.

Aslında hayat çok kolaylaştı. Bakmayın insanların bilgisayardan, internetten şikayet ettiklerine. Günlük işlerinin önemli bir kısmını bilgisayar ve internet aracılığıyla yapıyoruz. Bayanlar yemek tariflerine bakıp, yemeklerini o şekilde yapıyorlar.

Timsah gözyaşlarına gerek yok. Bilgisayarı ve interneti seviyoruz işte. Ufkumuzu açıyor, yeni insanlar, yeni dostlar, yeni arkadaşlar, yeni fikirler tanıyor ve öğreniyoruz.

Zamanımızı alıyor olabilir, tembelleştiriyor olabilir, hareketsizlikten dolayı hastalıklara davetiye çıkarıyor olabilir. Ama seçeneklerimiz giderek azalıyor. Zaten gel çay bahçesine gidelim desen, kimi bulacaksın?

Hepimiz sarılmışız 17 inç’lik nurtopu gibi çocuklarımıza, hayatın tadılmamış veya tatmak istediğimiz bilinenlerine ve bilinmeyelerine doğru yol alıyoruz.

17 inç’lik çocuklarımız hayatı bize daha çok sevdirmeye başladı.

Yalan mı?

21 Ekim 2009 Çarşamba

benim falım kesin çıkar



Bu sabah kendime bir kahve ısmarladım, yani kendime jest yaptım. kahvemi içtikten sonra "neyse halim, o çıksın falim" diyerekten fincanı kapattım. Bir sigara molasından sonra, fincanı kaldırdım ve geleceği ayan-beyan gördüm. Fincandaki kalıntılara göre;


sabah kalkacağız, işe gideceğiz, öğlen olacak yemek yiyeceğiz, öğleden sonra yine işte olacağız. akşam olacak eve gideceğiz. akşam yemeği yiyeceğiz, yemekten sonta ya TV izleyeceğiz ya da çarşıya çıkacağız. Gece eve tekrar geleceğiz, pijamalarımızı giyip yatacağız ve uyuyacağız.


DÜN BÖYLE OLMUŞTU
BUGÜN BÖYLE OLACAK
YARIN DA ÖYLE OLACAK
DAHA SONRALARI DA ÖYLE OLACAK


benim falım kesin çıkar, biliyorum!!!

3 Ekim 2009 Cumartesi

Aşk bitti, evcilik oyunu oynuyoruz!



Her şey beyninizin bir yerlerine attığınız “acaba”larla başlar…

Acaba hasta mı olacağım?

Acaba eşim beni aldatıyor mu?

Acaba hamile miyim?

Acaba ölecek miyim?

Acabaları dileğiniz gibi çoğaltabilirsiniz.

Bu tamamen sizin özelinizdir…



Acaba’lar beyninizin bir yerlerine bulaşmış virüs gibidir. Sizi çalıştırır ama ara sırada bir yerlerden çıkıp gelirler ve beyninizi meşgul etmeye başlarlar.

“Acaba ben ne zaman ve nasıl öleceğim.”

Hani “kafamı tırmalayıp duruyor” dersiniz ya kendi kendinize. Öyle bir şeydir, acabalar… İnsanlığın ilerlemesi ve gelişimi de acabaların ürünüdür.

Tekerleği icad edenin de, elektriği bulanın da kendisine sorduğu ilk soru “acaba” ile başlamıştır. Önemli olan acaba kelimesinin nasıl kullanıldığıdır.



Dedik ya, her şey acaba ile başlar.

Acaba beni seviyor mu?

Acaba kazıklanıyor muyuz?

Acaba bu akşam ne yemek yapsam?



Hep acaba’dır kafamızda. “Görücü usulü evlilikleri”nde (eski tabirle izdivaç) AŞK var mıdır acaba? Ciddi ciddi merak ederim. “Hanım veya bey… konu komşu bize aracı oldu, büyüklerimizde münasip gördüler de birbirimizle evlendik. Eli-yüzü düzgün mü diye birbirimizi görmemize izin verdiklerinde (efendi veya hanımefendi) duruşun beni çok etkiledi, bundan bana iyi bir eş olur dedim” diye diyaloglar yaşanır mı görücü usulü izdivaçlarda?



Ve görücü evliliklerine ne kadar mantık katılmaktadır. Örneğin “Ailesinin şu kadar malı-mülkü var-yok” diye katma değerli düşünceler geçmiş midir birilerinin kafalarından.

Ve bu insanlar ne anlamda, ne kadar mutludurlar acaba? Yoksa “olmazsa olmaz” kurallardan olan çocuk ve çocuklar olunca mı pekişir mutluluklar.



Yoksa ilk görüşte aşık olduğunuz, uğruna yanıp tutuştuğunuz, Ferdi’nin şarkıları eşliğinde uğruna şaraplar içip günaha girdiğiniz, hakkında uzun uzun cümleler kurduğunuz, mektuplar yazdığınız “gençlik hatası” olarak mı duruyor evinizin bir yerlerinde. Yoksa günlük konuşmalarınızda farkında olmadan “ah”ları daha fazla mı kullanmaya başladınız?



Hala aşık mısınız?

Hala seviyor musunuz?

Hala mutlu musunuz?

Sorabiliyor musunuz bu soruları kendi kendinize.

Yoksa şartlar mı sizi tutuyor bir arada?

Yoksa çocukların hatırına mı evcilik oyunu oynuyorsunuz?



O zamanlar güzeldi veya size güzel görünüyordu. Şimdilerde poposu-göbeği çıktı, saçları döküldü, saçları beyazladı. Biri akşam oldu mu eve ekmek götürüyor, diğeri her akşam yemeği yapıyor. Ve oturuyorlar hep birlikte karınlarını doyuruyorlar.

Ve kadın sokakta yanında çocuğu ile birlikte yürürken, çocuk annesini elinden çekiştirmektedir. Kadın bıkkındır sanki bir şeylerden. Ve çocuğu “Geberisecenin dölü, geberemedin gittin” diye azarlamaktadır.



Aşk nerede?

Sevgi nerede?

Mutluluk nerede?



Kadın anaç tavuk ruhunu taşımaktadır artık. Eşinin yemeğini hazırlayacak, çocuklar ile ilgilenecek. Evi derleyip, toparlayacak. Erkek; hayatın gel-gitleri arasında küllenmiş heyecanlarını alevlendirme telaşındadır.



Oysa hayat alıp gitmiştir birçok şeyleri ellerinden, onlar farkında değildirler. Kısır ve zorunlu diyaloglar sürmektedir fısıltı halinde. “Ah çocuklar olmasa ben bilirim yapacağımı ama…” diyerek müebbete dayalı ölüme doğru başlamıştır yolculuk artık. “Ben ölünce görürsünüz gününü” diyerek kendini avutmaktadır taraflar. Oysa “ölen ile ölünmez” gerçeği ile yüzleşememişlerdir.



Siz aşık değilsiniz.

Aslında birbirinizi de sevmiyorsunuz

Mutlu olmadığınız yüzünüzden okunuyor.

Aşk bitti, sevgi bitti, mutluluk bitti.

Siz artık sadece bir çarkın dişlilerisiniz.

Boynunuza asılan yaftalarla kalabalıklar arasına katılıp, suni maskelerinizle gezmek zorundasınız. Yaşamak, sadece nefes alıp vermekten ibarettir artık sizin için.



Aşk nereye kadardır sizce?

Sevginin limiti ne kadardır?

Mutluluğun sınırı kaç metrekaredir?

Bu soruyu sorabildiniz mi kendi kendinize?

Kendi kendinize minyatür mutluluklar icad etmekten yorulmadınız mı daha.



Bir zamanlar çok aşıktılar birbirlerine.

Artık karı-koca oldular.

Ve her şey bitti…



Alıştınız siyasi yazılara, bu tür yazılar size tuhaf geldi di mi…



Ahmet Doğan

Aralık-2008